top of page

Nosferatu: Gotik Anlatıya Yeni Kan

Güncelleme tarihi: 11 Şub





Nosferatu filmi geçtiğimiz ay vizyona girdi ve oldukça ses getirdi. Ben de henüz izleme fırsatı bulduğum bu film üzerine bir inceleme yazmaya karar verdim. Sanıyorum ki incelemeye başlamadan bir noktaya açıklık getirmekte fayda var. Bilindiği gibi bu film orijinal bir hikaye değil, döneminin büyük yönetmenlerinden F.W. Murnau’nun 1922 tarihli Nosferatu’sunun bir uyarlaması. Bu yazı bir karşılaştırma yazısı olmayacak, ancak kimi yerlerde orijinal filme de atıf yapmaya gerek duyacağımızı düşünüyorum.


Öncelikle Nosferatu hikayesinin kökeniyle başlayalım. İlk kez 1922’de Murnau’nun beyaz perdeye taşıdığı Nosferatu, ilhamını Bram Stoker’ın 1897 yılında yazdığı “Dracula” romanından alıyor. Murnau’dan sonra da gerek Dracula gerek Nosferatu ismiyle sayısız film çıkmasının ve çoğunun böylesine rağbet görmesinin altında işlenen temanın kültürel ve psikolojik cazibesi yatıyor. Vampir Kont Orlok karakterinin tarihsel ilham kaynağı, esirlerine işkence etmekten keyif almasıyla ünlenmiş Rumen kral III Vlad. Filmde Kont Orlok’un şatosunun Romanya sınırındaki Karpat dağlarında yer alması ve Orlok’un tiplemesinde etnik ve kültürel olarak Rumenleri çağrıştıran unsurların kullanılması da bu yüzden.


Bu noktada tipleme konusunda bir parantez açmakta fayda var. Orijinal Nosferatu filmindeki ikonik vampir temsili yarasa-fare karışımı özellikler de taşıyan insansı bir varlık tiplemesiydi. Döneminde bu tipleme kimi unsurlarının Yahudi stereotipini çağrıştırdığı söylenerek antisemitik bulunmuş; ancak bunun yönetmenin bilinçli bir tercihi olmadığı düşünülüyor. Bu filmdeki Orlok tiplemesi orijinal versiyonun aksine vahşi bir hayvanı çağrıştırmıyor. Karanlık, lanetlenmiş gibi dursa da diğer insanlardan ayırt edilemeyecek bir insan temsili var. Ancak karakter bariz bir şekildeSslavik stereotipe dayanıyor ve Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz kulak tırmalayıcı bir “Rus kötü adam” sesi ile konuşuyor. Yazının bağlamından çok sapmamaya gayret ederek, iki filmdeki “işgalci canavar” temsilinin de dönemlerinin egemen sosyokültürel çerçevesinin bilinçli ya da bilinçsiz yansımaları olduğunu düşünüyorum.

Vampir arketipinin psikolojik kökeninde de burjuva modernizminin toplumda yarattığı dramatik dönüşümün izlerini görmek mümkün. Dracula romanın yazıldığı dönem olan 19. yüzyıl sonu, Viktoryen ahlakın insan ilişkileri üzerindeki etkisinin en belirleyici olduğu dönem. Vampir arketipi, idden gelen dürtülerin süperego egemenliğinde baskı altında tutulmasını temel alan bu katı ahlak anlayışını tehdit eden bir karşı-kültür imgesi. Vampir imgesi yalnızca karanlık olduğunda ortaya çıkabilen, gündüzleri güneşin aydınlığından korunmak için – doğduğu yerin toprağıyla dolu – tabutunda uyuyan, gizlilik ve hilebazlıkla tuzağa düşürdüğü avlarının kanını içen bir canavar temsili. İştahı, dönemin burjuva tipinin aksine, biriktirmeye değil açlığını dindirmeye yönelik. Bu özellikleriyle vampir imgesi modern burjuva toplumunun ahlaki kodlarıyla ve aydınlanmacı idealizmiyle taban tabana zıt. İnsanın doğayla ilişiğini kesmesi ve doğaya tahakkümü ilkesiyle belirlenen modern medeniyet olgusunun karşısında doğanın yıkıcı gücünü simgeliyor. Vampir imgesinin ilgi çekiciliği tam da bundan, modernitenin getirdiği yabancılaşmaya karşı bir direnişi çağrıştırmasından kaynaklanıyor. Kont Orlok da bu olguya paralel olarak köklü bir aileye mensup yaşlı bir aristokrat olarak resmediliyor. Bu kimlik tercihinde kapitalizm öncesi toplum yapısındaki “kan emici” sınıf olan aristokrasinin vampir imgesiyle büyük ölçüde örtüştüğüne de dikkat çekmek gerekiyor.

Nosferatu trajik bir film. Trajedinin temelinde “ayartılma” teması yer alıyor. Ancak burada ayartılmayı geniş anlamıyla kullanıyorum. Ana karakterlerden Ellen Nosferatu’nun doğaüstü yetkesi tarafından ayartılmış halde ve aralarındaki ilişki hikayeyi sürükleyici kılan esas çatışmayı yaratıyor. Ellen’ın eşi Thomas ise para tarafından ayartılmış biri. Bu para hırsı filmin başındaki tetikleyici olayın, yeni evlendiği eşinin yanından ayrılıp Transilvanya’ya yaptığı yolculuğun temelinde yatıyor. Thomas’ın işvereni Herr Knock ise kendini hükmedilme arzusu halinde gösteren bir hükmetme arzusu ve güç istenci tarafından ayartılıyor. Her trajedide olduğu gibi Nosferatu’da da arzularının esiri olan karakterlerin her biri eylemleriyle kendi kaçınılmaz sonlarını hazırlıyorlar.


Film bir prologla açılıyor. Bu sekansta Ellen’ı Nosferatu’yla doğaüstü bir sözleşme (pakt) yaparken görüyoruz. Ardından “yıllar sonra” ifadesiyle asıl hikaye başlıyor. Thomas’ın yaşadığı kentteki eski bir malikaneyi satın almak isteyen Kont Orlok’la görüşüp anlaşmayı sağlamak için evinden ayrılıp Transilvanya’ya gitmesi gerekiyor. Ancak yolculuktan önce Ellen kendisine önceki gece gördüğü bir rüyayı anlatıyor. Rüyasında kendi düğünlerini gördüğünü, ancak Thomas’la değil Ölüm’le evlendiğini, evliliklerinin etrafa ölüm ve yıkım getirdiğini ancak rüyasında bundan rahatsızlık duymadığını, aksine hoşnut olduğunu dile getiriyor. Thomas bu sözlere kulak asmıyor, çünkü eşinin akıl sağlığının yerinde olmadığını düşünüyor. Filmin ilerleyen kısımlarında öğrendiğimiz üzere Ellen karakteri gençliğinde Nosferatu’yla yaptığı pakttan beri histerik nöbetler geçiriyor. Bu nöbetlerin hepsi Nosferatu’nun geri dönüp onunla tekrar birlikte olacağı tehdidini – veya vaadini – içeriyor. Aslında Ellen karakterinin bu “musallat olunmuş” hali film için eşsiz potansiyel taşıyan bir hikaye anlatım aracı. Çünkü bu halin getirdiği “güvenilmez anlatıcı” rolü, izleyicide belirsizlik hissi uyandırmak ve hikayeyi sürüklemek için güzel bir yol. Ayrıca filmin geçtiği 19. yüzyılda kadına bakış açısı ve Ellen gibi kadınlara “histerik” yaftasının hiç çekinilmeden yapıştırılıyor olması da bu malzemenin eleştirel bir şekilde işlenmesi için uygun koşulları sağlıyor. Ancak yönetmen bu potansiyelden yararlanmayı tercih etmiyor. Filmin orta noktasında Ellen’ın medyum özellikleri taşıdığını, hatta bir nevi insanüstü varlık olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla deneyimlediği şeylerin “gerçekliğine” ve kehanet değeri taşıdıklarına dair bir şüphemiz kalmıyor. Başta bu tercih olmak üzere filmin çeşitli yerlerinde doğrudan süpernatüral açıklamalara başvurulması, filmin alegorik potansiyelini büyük ölçüde baltalıyor. Çünkü her şey açık seçik seyircinin önüne serildiğine ne herhangi bir olayın görünenden farklı olabileceğini düşünmeye, ne de karakterlerin söylediklerinin ardında başka anlamlar aramaya gerek kalmıyor. Bunun gizem-korku janrasındaki bir film için büyük bir kusur olduğunu söyleyebiliriz.


İlerleyen sahnelerde Thomas’ı uzun yolculuğunun ardından Kont Orlok’un şatosuna varırken görüyoruz. Şato karanlık ve ürpertici tasarımıyla Nosferatu’nun zamanın akışına karşı koyan, ancak bu ayrıksılığı artık iyice grotesk bir hal almış karakterini başarıyla yansıtıyor. Nosferatu’nun Thomas’a sunduğu anlaşma da filmin sonrasında önem teşkil eden bir aldatmacayı içinde barındırıyor. Anlaşmanın ardından Thomas’ın Nosferatu’nun saldırısına uğramasıyla birlikte hikayenin giriş bölümüne hakim olan gergin ve tedirgin edici ton somutluk kazanarak yerini sürekli bir tehdit ve yaklaşan tehlike hissine bırakıyor. Thomas ve Nosferatu’nun kente yarışı sırasında Ellen’ın nöbetlerinin de gittikçe şiddetlendiğini görüyoruz. Ellen’ı tedaviye gelen profesör Eberhart nöbetlerin kaynağının Nosferatu’nun laneti olduğunu anlıyor ve Nosferatu’nun kente getireceği yıkımın yalnızca Ellen tarafından önlenebileceğini açıklıyor.


Bu noktada yine hikaye akışını kesip bir konuyu konuşmakta fayda var: Nosferatu filminin orijinal filme kıyasla belki de en büyük başarısı Ellen karakterini tek boyutlu işlenen bir “fedakar eş” arketipinden kurtarması ve Ellen’ı hikayenin akışında etkin bir rol üstlenen, çok katmanlı bir ana karaktere dönüştürmesi. Ancak bunu yaparken cinsiyet rollerini yeniden üretmesi bana kalırsa filmin en büyük kusuru. Ellen’ın cüretkar tutumunu özellikle Friedrich ve eşi Thomas ile ilişkisinde görebiliyoruz. Ayrıca Anna’yla olan ilişkisinde de – kendisinin de adını koyamadığı – bir bilinci Anna’ya aktarma çabası görüyoruz. Ancak filme serpiştirilen bu pro-feminist nutukların yanında cinsiyetçi bir altmetinle inşa edilen (filmde kullanılan ifadelerle “hayvansal doğasının etkisi altında yaşayan”, “doğasına itaat eden”, “ayartılmış ve musallat olunmuş”) bir Ellen karakteri var. Bu doğrultuda filmde çatışmanın çözülüşü ve equilibrium’un yeniden tesisi de “kadının canavarı baştan çıkarması” gibi 1001 Gece Masalları minvalinde bir çözümle sağlanıyor. Bana kalırsa Ellen’ın çatışması hikayenin geçtiği dönemin toplumsal koşulların ışığıyla işlenseydi Nosferatu yıllar boyunca adından söz ettirebilecek bir yapım olabilirdi. Ancak dediğimiz gibi yönetmen filmdeki çatışmaları ya özcü yaklaşımlarla, ya da yarattığı evrenin doğaüstü gerçeklikleriyle açıklıyor. Bu haliyle 103 sene önce çekilmiş Murnau imzalı orijinali bile Nosferatu’nun yanında daha ilerici kalıyor.

Sonuç olarak, Nosferatu göz alıcı bir film. Oyunculuk performansları, stilistik tercihler, mizansen ve (Thomas’ın at arabasıyla karşılandığı sekanstaki acayip cutlar hariç) sinematografi alanlarının hepsinden tam notla geçiyor. Teknolojik imkanların da yardımıyla yaratmaya çalıştığı karanlık atmosferin altından başarıyla kalkıyor. Ancak fikrimce yönetmenin Nosferatu hikayesine yeni bir soluk getirme çabası öyküyü sığ bir kavrayışla ele almasından dolayı bir fiyaskoyla sonuçlanıyor.


Yazar: Tarık Cin

 
 
 

Σχόλια


bottom of page